Ben Kimim

 
 
 

DOĞRUYU SÖYLEMEK VE SAVUNMAK HER ŞARTTA VE DURUMDA ZORUNLUDUR

 
Emekli Hava Pilot Kurmay Albay

O. Zeki ÖZPİRİNÇ

 

İrtifamız (Deniz seviyesine göre) 5.000 feet idi. Civar arazi 1.500 feet olduğuna göre, yere nazaran 300 feet de uçuyorduk. Gökyüzü masmavi, altımızdaki arazi ise bembeyaz karla örtülüydü. Kanada'nın bu uçsuz bucaksız ovaları, parlak güneş ve karın altında derinliğine daha da geniş görünüyordu.

Kanada'ya gelmiş, uçuş eğitimi görmekteydik. Mevsim kış, aylardan Aralık ayı, yıl 1955 idi. Temel uçuş eğitimine yeni başlamıştım. Bütün uçuşum 10 saat civarındaydı.

Uçuş öğretmenim Flying Officer ANDERSON isminde Kanadalı bir subaydı. Flying Officer, bizde teğmene muadil bir rütbe oluyordu. Anderson, orta boylu, tıknazca, hafif bolca elbiseleri ve kısa kesilmiş saçları ile tipik bir Kanadalı görünümündeydi. Samimi davranışları, nazik hitap tarzı ve arada sırada tebessüm eden çehresiyle kendisini severdim. Mütevazi bir pilottu, kasıntı tiplerden değildi. Görevine bağlı, birşeyler öğretebilmek için paralanırdı. Bazı tatil günleri, beni filo'ya çağırır iyice anlayamadığım konuları tekrar ederdi. Ne kadar olsa lisan İngilizce, anlaşmada sıkıntı çekiyorduk. Bu arada, zannederim daha ilk brifingde, "hem cesur, hem ihtiyar pilota rastlanmaz" gibilerden nasihat de etmişti.

Çalışma bölgemize doğru uçuyorduk. O günkü görev hava çalışmasıydı. Perdövites, viril gibi gördüğümüz bütün hava hareketlerini tekrar edecektik. Öğretmenim, çalışma bölgemiz olarak göl istikametini göstermişti. Göl buz tutmuş, üzeri karla örtülmüştü. Etrafında ufak tefek tepeler vardı. Rüzgarın karlarını savurduğu bu tepeler, beyazlığın ortasında küçük mavi buzdağları gibi parlıyordu. Etraf kontrollerini yaparken, göz ucuyla arkaya doğru baktığımda Anderson'u görebiliyordum, arka kokpitte, keyifli, sakin oturuyor, etrafını seyrediyordu. Nihayet çalışma bölgemize gelmiştik. İsmimi ve soyadımı telaffuz edemediğinden bana "Ozi" derdi. O gün keyfi yerinde olduğundan mıdır, nedir, daha pek ısınmaya fırsat vermeden "Ozi, sağdan bir viril yap" dedi. Yeni öğrencilik safhalarında, öğrenci uçakta bir nevi robot oluyor. O zamanlarda bize öğrettikleri üzere, gazı keser, uçak burnunu hafifçe kaldırarak sürati 70 knot'a düşürür, tam virile girmeden mahlutu tam geriye çeker, motoru durdururduk, böylece viril anındaki dönüş ve savrulmadan mütevellit çıkabilecek bir motor yangınına karşı önlem alınmış oluyordu.

Dahili kontrolleri yaptım, bilahare altımdaki sahayı kontrol etmek için dönüşe başladığımda altimetrem yine 5.000 feet'i gösteriyordu. Daha önce bu irtifada viril yapmamıştım. Üstelik meydan ve uçuş talimatlarına göre virilin asgari 7.000 feet'de yapılması gerekiyordu. Bir yandan düşünüyordum, acaba öğretmenime 7.000 feet'e çıkmamız gerektiğini söylemeli miydim? söylersem, virilden çekindiğimi zannetmesin en iyisi söyleneni yapmamdı. Nasıl olsa öğretmenle beraberdik, bir aksilik olursa, o müdahale ederdi herhalde.

Temizleme dönüşlerini bitirir, bitirmez bir Bismillah çekip, yumuşak bir kumanda ile virile girmiştim bile. O gün herhalde bize, hırçın MK'lardan biri düşmüş olacak ki, ilk budağı söyle bir sertçe döndük. Altımızda ağaçlıklı bahçeler vardı, yapraksız dallar karlar arasında çok net bir şekilde görülüyordu. İçimden aman Hoca "çık" de de, şundan bir an önce çıkalım" diyordum. Çünkü uçağın burnu hemen dikleşmiş, sertçe dönüyordu. İkinci budağı attığımızı gayet iyi hatırlıyorum. Bu arada interfondan Anderson'un "recovery" komutunu duydum. Hemen tam aksi direksiyon ve lövyeyi ileri açtım, fakat uçağın rahatlıkla bir budak daha atacağı belliydi. Ağaçlar gözümün önünde birden bire irileşiverdi. "Eh benim de sonum buraya kadarmış, amma da şanssız adammışım dedim. Aynı anda Anderson'un arka kokpitten heyecanla "I have control" dediğini duyuyordum. Bundan sonra kumanda onda veya bende olmuş ne yazardı. Ayağımı direksiyondan, elimi lövyeden hafifçe gevşettim. Lövyeyi ileri geri oynatıyordu, direksiyonu ortalar gibi yapıp, aksi direksiyonu tekrar verdi. İniş takımlarını çıkarıp, çıkarmadığını hatırlamıyorum. Uçağın dönüşü aniden durmuş, öğretmen uçağı toplamaya çalışıyordu. Çünkü yere çakılmaya çok az bir mesafemiz kalmıştı. Uçak burnu, hemen ağaçların üzerinden yukarıya doğru dikilirken yeniden yaşamanın mutluluğunu duyuyor ve bir yandan da Allah'ıma şükrediyordum. Kurtulmanın verdiği sevinç ve cesaretle "Sir, biz virili her zaman 7 veya 8.000 feet'de yapardık. 5.000'de yaptığımız için böyle oldu" dedim. O her zamanki sakin ve efendi haliyle "keşke hatırlatsaydın" veya "söyleseydin" gibilerden birşeyler mırıldandı. Ben cevap olarak "Sir hatırlatacaktım ama, belki siz çekindiğimi zannedersiniz diye sesimi çıkarmadım" dedim. Hiç cevap vermedi, bu olayı da bir daha hiç konuşmadık.

Kılpayı bir şansla iki hayat ve bir uçak kurtulmuştu. Bu hatayı neden yapmıştık? Kendimi fazla suçlamıyordum. Öğrencilik robotluk gibiydi, öğretmenin "yap" dediği yapılırdı. Üstelik yabancı bir ülkede, yabancı bir millete mensup insanlarla uçuyorduk. Bir de Türk olmak vardı. Kendimize uçuştan çekingen dedirtemezdik. Bunlar yirmi iki yaşın düşündürdükleri, hissettirdikleri ve heyecanlarıydı. Bugünkü değerlendirmeme göre, kendi hareket ve düşünce tarzımı da hatalı buluyorum. Uçuş kaidelerine ve talimatlarına uymayan bir konuda öğretmene, gerekli hatırlatmada bulunmak gayet normal bir hareketti. Hatta daha ilerisi, durumun kritikliği ve ciddiyetine göre, uygun bir taktik ve yerinde bir mazeretle böyle riskli hareketlerden kaçınmak bile gerekirdi.